Aylardan temmuz olduğunda ailecek Alaçatı’ya gideriz. Sabahları Yahudi böreği ‘Boyoz’ ile akşam sofrasında Sefarad kökenli lakerda diye bildiğimiz ‘La kerida’ yemeye doyamayız. Güneşli havada da o buz gibi Alaçatı denizine girmeye can atarız. Önce ayaklarımı usulca denize dokundurur sıcaklığını hisseder, yavaş yavaş kumun üzerinde sular dizlerime gelinceye kadar ilerlerim. Biraz daha alışmaya, ısınmaya başladıktan sonra içine girerim. O zaman ben bir damlayken Ege denizine kavuşur, karışır onun içinde yok olurum. Yüzerim, deniz benimle ben de onunla kaynaşırım, o benim içime girer çıkar, ben de onunla birleşir, ellerimi ayaklarımı mutlulukla çırpar utanmadığımda da sevinç çığlıkları atarım.
Bahsi geçen proses adaptasyon, entegrasyon ve asimilasyonun denize girmek halinden öte değildi. Yüzyıllardır hırs, kin, nefret, aç gözlülükle, sebebi her ne olursa olsun güçlü bir devlet güçsüz olanı ele geçirdiğinde ya da büyük bir şirket küçük olanı satın aldığında ya ele geçirileni olduğu gibi bırakmışlar veya da onları yok edip kendilerine benzetme gayretine girişmişler. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur.
Osmanlı’nın başa geçtiği dönemde Rumca konuştuğu bilinen Romaniyotlarla, Karaylar diye bilinen sadece yazılı Tevrat’a inanan Yahudiler de huzur içinde bu topraklarda yaşarmış. Sonraları çoğunluğu Müslüman olan Kuzey Afrika ülkelerinde yaşayan Mizrahi diye bilinen Yahudiler de yavaş yavaş barış yanlısı Osmanlı topraklarına İstanbul, İzmir, Antep, Urfa ve Hatay’a göç etmeye başlamışlar. Gel zaman git zaman Avrupa’dan da hem Aşkenaz hem de Sefaradlar da gelip yerleşmişler.
Tüm Yahudiler adaptasyon sürecinde aynı mahallelerde, birbirlerine yakın oturmayı tercih ederken, dinin gerektirdiklerini, gelenek ve göreneklerini, Ladino dilini mümkün mertebe ayakta tutmaya çalışmışlar. Kendilerine özgü giyim şekli zamanla değişip, yemekleri yerel mutfakla karışınca geniş topluma entegrasyon süresi de başlamış oldu.
Cumhuriyet’in kuruluşu ve “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla artık Türkçe konuşmak hayatlarının bir parçası olurken Ladino dili de unutulmaya yüz tutmuştu. Yeni kuşak Yahudiler hem Aramice hem de İbranice bilmediğinden, üstelik din kitapları da anlaşılır bir Türkçe dilinde olmadığından yavaşça genç nesil Yahudilik ve geleneklerinden uzaklaşmaya başladı.
Bu süre içinde Yahudilik dini, sosyal ve kültürel açıdan artık ‘demode’, geri kafalılık ve eskilerde kalması gereken bir kavram olarak görülmeye başladı. Dini arkada bırakıp, dili unuturken, çocukları Yahudi mektebine yollamak da popülerlikten çıkmıştı. Hâlbuki din kelimesinin İbranice tam karşılığı yoktur, kanun ya da kurallar anlamına gelir. Arapça aslı olan ‘deyn’ ise itaat etmek anlamındadır.
Kanun ve kurallara itaat etmemeyi seçenlerin yanında, İsrail Devleti’nin kurulmasıyla Türklerin de göçü başladı. Çocukken duyduğum gidenlerin adaptasyon sonrası entegrasyona geçişte yaşadıkları zorluklar olmuştu. Aynen Manhattan’da ki Çin Mahallesi ya da Brooklyn’de olan İtalyan Mahallesi gibi bugün İsrail’de de Türk yerleşimi denilen mahalle, bölge hatta şehir bile var. Halen yakın çevrede oturmayı seçen Türk Yahudileri, İsrail’de Türkçe konuşuyor, ‘chewirme’ yerine döner, ‘kıbbe’ yerine içli köfte yiyor ve bildikleri tüm gelenek ve görenekleri orada sürdürüyorlar. Her fırsatta Türkiye’ye gelip eski hatıraları canlandırmaya eski dost ve akrabalarla görüşüp hasret gidermeye, kimi zaman iç çekip anılara dalmaya devam ediyorlar. Bugün Türk Yahudileri İsrail’de bile entegre durumdadır. Kendilerine has özelliklerini, değer yargılarını, kimlik ve köklerini koruduklarından henüz çoğunluğa karışıp, eriyerek asimile olmamışlardır.
Günümüzde Tevrat, Pirke Avot ve Talmud gibi kitapların yanında pek çok dinle ilgili eser Türkçe olarak piyasada bulunmaktadır. Fakat bunun yanında Yahudi nesli, özellikle Yahudiliği uygulayan yeni gençliğin sayısı Türkiye’de hızla azalmaktadır. Ölüm ve doğum rakamlarına bakıp, göç sayısında bir tahminde bulunmak, geniş topluma karışıp asimile olanları dikkate alarak 50 sene sonra Yahudi sayısının bayağı azalacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Hele bundan 100 sene sonra Yahudilerin Türkiye’de yaşadıkları sadece sahaflarda satılan kitaplarda okunarak veya eskicilerde tezgâhlara serilen, sararıp kurumaya yüz tutmuş fotoğraflardan anlaşılacaktır.
Yüzyıllardır barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşadığımız toprakları gezmeye gelecek olan turistlere gösterecek bir Yahudi yerleşimi, Yahudi mimarisi, “Bizler bir zamanlar burada yaşadık” dedirtecek herhangi bir kalıntı- ayakta kalmak çabası gösteren bir avuç sinagog dışında- hangisi olacak bilen varsa bana da söylesin veya göstersin!
Bunları şimdi düşünmeye ne gerek var diyecekseniz şayet, boyoz ve lakerdayı afiyetle yemeye devam edin. Hazmetmesi size ve zamana kalmış…