“Film sinemada izlenir” sloganına katılmamak elde değil ancak son zamanlarda filmlerin vizyonda kalma süreleri o kadar kısaldı ki pek çoğuna yetişemiyorum. O zaman DVD’lerin peşinde koşuyorum. Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” filmini de DVD’de görmek nasip oldu. Abdullah Oğuz’un yönettiği filmde Özgü Namal, Murat Han ve Talat Bulut oynuyor…
Bugüne kadar 40’ı aşan baskısı yapan kitaba pek çok ödül de yurt dışından gelmiş. Genelde bu kadar başarılı olmuş romanlar filme uyarlandığında olumsuz eleştirilere maruz kalır fakat bu “Mutluluk” için kesinlikle geçerli değil. Gelenek ve göreneklerimiz ne kadar bağlıyız? Bu konular toplumsal kavram mıdır yoksa kişisel tercih midir? Sorgulanabilir mi? Cevaplarını kimler verebilir? Bu eski örf ve adetler nasıl değişebilir? Mutluluk filminde de konu Anadolu’da geçen töre cinayetleri… Film deniz kıyısında tecavüze uğrayıp ölüme terk edilmiş bir genç kızın bulunmasıyla başlıyor. Kimin ne yaptığından çok köylünün diline düşme derdinde olan ailenin namusunu temizleme çabası seyrederken hayretler içinde bırakıyor. Kaderinin tayinini zindanı andıran bir ambarda yapayalnız beklerken, bu sorumluluğu kimsenin almasını istemeyen yakın akrabalardan biri kurbanın eline kendisini asması için bir ip tutuşturuyor. Ona yardım ettiğini, “Bari bu işi kendin yap da pisliğini temizlemek için başkasını da zor duruma sokma,” sözleriyle dile getiriyor. Kız şaşkın, ürkek, korkuyor ve başına geleceklerden habersiz amcaoğluyla beraber büyük şehir İstanbul yollarına düşüyor. Hayatının kurtulacağını hayal ederken amcaoğlu Cemal (Murat Han oynuyor) onu öldürme planlarını kurup uygulayamıyor. Komando eğitimi almış olmasına rağmen insanlık adına kendisinden yapması istenenleri sorguluyor. Hatta abisi bir ara “Bizler görmedik, daha iyisini bilmedik bari çocuklarımız okusun daha iyi insanlar olsun” diyor. Töre ve onun adına yapılması gerekenlerden bir adım ileriye gitmeye çalıştığını eleştirerek dile getiriyor. Genç kız rolündeki Özgü Namal hemen izleyici ile yakınlık kuruyor ve yandaş topluyor. Olan bitenden haberi olmayan, bu işi planlamadan başına gelen felaketle “fahişe” damgası yiyen Meryem film boyunca evinin bahçesi, köyünün tarlası dışına çıkmamış biri olarak sudan çıkmış balık gibi kendini Marmaris’te bir balık çiftliğinde buluyor. Kaderin cilvesi onları emekli olma sevdasında bir profesörle -Talat Bulut- karşılaştırıyor. Sakin nerdeyse evli hayatı geçirmekte olan Cemal ve Meryem rahat ve huzura tüm mavi yolculuk haritalarının en güzel karelerinin gösterildiği, ağaçların yeşilliğiyle denizin mavisinin birleştiği yer görüntülerine rağmen erişemiyor. Tüm zorlamalara rağmen ona bu kötülüğü yapan, hayatını karartan kişinin kim olduğunu hatırlamıyor, bulamıyor. Ta ki onu kaçırmaya çalışan insanlarla savaşıp hayatını kurtarmaya zorlandığı ana kadar… Kim olduğunu öğrendiğinizde filmin sonu biraz daha anlam kazanacak. Seyir boyunca zavallı Meryem nasıl kurtulur, ben onu kurtarmak için elimden ne gelir diye düşünmekten kendimi harap ederken Yönetmen Oğuz, yazarın romanının sonunu aynen filme aktarıyor. Filmin müziği, dağ, taş, doğa, deniz ve sisli bir İstanbul dâhil tüm görüntülerle enfes. Hayat tesadüflerle mi doludur yoksa bu insanların birbirleriyle karşılaşıp birbirlerinden almaları gereken bir ders mi vardı? Bilemiyorum ancak halen düşünüyorum. Gerçek hayatta karanlık düşler, pembe gerçeklere dönüşebilir mi? Bu bizim elimizde mi yoksa bir başkasının dilinde mi? Eddi Anter |
Eddi Anter 10.12.2007 |