Günlerdir basında yazılan, çizilen ve bu sene dördüncüsü yapılan Galata’da Yahudi Kültürü etkinliklerine çocukların okul açılışı arifesine denk gelen sağanak yağmurlu bir günde gitme fırsatı buldum. İstanbul’da 500 yıllık bir geçmişi olan bu kültürün yağmura teslim olmak gibi bir niyeti besbelli yoktu. Davut yıldızı gibi Galata Kulesinin beş farklı yönünde etkinliğe katılan Venta del Toro, Enginar, Galata Evi, Tımar-hane ve Art Ena Cafe’de değişik Sefarad yemeklerinden tatma fırsatını bulabilirdiniz. Fakat rezervasyon yapmadan gittiyseniz sadece mutfaktan gelen ve kokusuna aşina olduğunuz yemeklerin ne olduğunu tahmin etmekten öte gidemediniz demektir. İzmirli eşim sayesinde etkinlik boyunca kitapları satılan “İzmir Sefarad Mutfağı” yazarlarının yaptığı rezervasyon ile Karaköyüm lokantasına gittik. Sefarad mutfağını tanımayanlar güzel sürprizler ile, tanıyanlar ise nostaljik tatlar ile geçmişe kısa bir yolculuk yapma fırsatını buldu. Tarifleri kitapta olan bu yemekleri yapmaya kalkışsam bu kadar lezzetli çıkar mı diye düşünmeden kendimi alamadım açıkçası. Geniş bir seçeneğin olduğu mönü her şeyden küçük birer tat almak üzere iki farklı hazır mönü seçeneği sunuyordu. Benim aldığım mönüde Sfongos (sebzeli mücver), Fritada de Tomat (domatesli mücver) ve Ojaldres (peynirli üçgen börek) başlangıç olarak veriliyordu. Bütün bu yemeklerin aslı olan İspanya’da acaba bu yemekleri halen yapan var mıdır? Yoksa İspanya asıllı bu yemekler beş yüz yıllık bir kültür çatışması ile Türk mutfağına, Türk damak tadına ayak uydurmak için acaba değişikliğe uğramış mıydı? Bunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ardından verilen Fijon (Börülce yemeği) ile Pişkado Frito Agrstada (Limon soslu Yumurtalı balık) tadılmaya değerdi. Diğer mönü farklı olup Boyos, Handrajolu Pasteles gibi yufkalı börek ve poğaça içeriyordu. Ek olarak yaprak sarmalı kuru fasulye eşliğinde domatesli pilav verildi. Her iki mönünün sonunda ceviz ezmeden yapılmış toplar, badem ezmeli şekerler veriliyordu. Lokantanın eşsiz manzarası ve izdiham altında bir yere servis vermeye çalışan garsonların güler yüzü Karaköyüm’e tekrar gitmem gerektirdiğini hatırlattı. Apar topar Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki panele gittiğimde o görkemli, heybetli girişi ve tavanlarındaki kartonpiyerlere bakmaktan başım dönüyordu. Üst kata vardığımda İzzet Keribar’ın kendine has uslubu ile çekmiş olduğu Yahudi dünyasında İstanbul görüntülerinin yer aldığı fotoğraf sergisini gezip panel için ayrılan salonun dolu olduğunu görünce üzülmedim desem yalan olur. Ayhan Aktar, Mehmet Ali Kılıçbay ve Mario Levi’nin katıldığı panelde Galata ve geçmişi tatlı bir sohbetle konuşuluyordu. Odanın arkasındaki salona geçtiğimde onları görmek bir yana duymakta bile zorlanıyordum. Aynı benim gibi geç kalanların parmak üzerinde yürüme çabaları bile eski parkelerin gıcırdamasına engel olamıyordu. Müzeden çıktığımda yenilenen Kamondo merdivenlerini çıkmak bugüne nasipmiş deyip ilerideki Schneidertempel Sanat Müzesi’ndeki Jak Belman fotoğraf sergisini gezdim. Bir şehrin Yahudilerini görüntülediği resimlerinde yaşam ve ölümden kesitler, yaşayan, yıkılan ve halen ayakta durma savaşı veren havraları görmek mümkündü. Resimlerde Yahudi düğün ve sünnet törenlerinin yıllar içinde nasıl zamana ayak uydurduğunu fark etmek de mümkündü. Aynen siyah beyaz başlayan karelerin renkli fotoğraflara dönüştüğünün fark edilmesi gibi. Yine iki ayağımı sokacak bir pabuç ararken Aşkenaz Havrası’na Renan Koen’in verdiği piyano resitalini dinlemeye gittim. Lirik düğün şarkıları operalardaki aryaları andırır şekilde üç katlı havranın yüksek kubbesindeki altın süslü yıldızlara kadar yankılanıyordu. Yine kalabalık vardı. Ne güzel dedim kendi kendime bu insanlar hem şehrine hem de şehrinin kültürüne sahip çıkıyor diye. Resitalin bitmesi ile havrada duymaya hiç alışık olmadığım alkış sesleri beni aniden kendime getirdi. 500. Yıl Müzesi’nde Eytan İpeker’in yapımını üstlendiği “Dantelacı” filmi de bir zamanların Balat’ında Müslüman,Yahudi, Ermeni ve Rum’ların nasıl huzur ve dayanışma içinde yaşadığını gösteriyordu. Vakit Galata Kulesi Meydanı’na gitme vaktiydi. Değişik tatlıların dağıtıldığı standların yanında Sefarad mutfak yemeklerinin olduğu kitap standlarına kadar müzik eşliğindeki kalabalık güneşin son demlerinde ısınıyordu. Etkinliğe bu sene katılmayan Anemon Oteli’nin terasına çıkıp Haliç’i bir kez daha görmek istedim. Bir şehrin manzarası bu kadar mı güzel olur? Elimi uzatıp tutasım geldi, kanatlanıp üzerinden uçasım geldi. Etkinliklerin hepsine katılmak tabii ki mümkün değildi. Bizler ayrıldığımızda gece Nardis Caz Kulübü’nde Sefarad müziğinden örnekler sunulacağı konuşuluyordu. Sonuçta bir şehir ve o şehirde yaşayan Yahudiler diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi aynı gün anılmıştı. Yahudilere ait daha önceden görmediğim o kadar çok yer varmış ki düşünmeden edemedim: Bir şehri en az yaşayanlar aslında o şehirde oturan ve yaşayanlar değil midir? Seneye tekrardan bir araya gelinceye kadar. |
Eddi Anter 05.09.2005 |