Lunapark Kapandı

Mario Levi’nin son olarak “İstanbul Bir Masaldı” kitabını okuduğumda ne yalan söyleyeyim bayağı zorlanmıştım. Hem kitabı hem de kendimi roman boyunca sorgulamıştım.Acaba yazar anlatması zor bir uslup mu seçmişti yoksa benim anlayışım mı kıtlaşmıştı? Fakat roman 2000 yılında Yunus Nadi Ödülü’nü kazandı.

Bugün yeni romanı “Lunapark Kapandı”yı okudum. Öncelikle bir romanı okumadan evvel yazarın kitabı kime ithaf ettiğine bakarım ve bu kişiler ile ilgili mutlaka düşünürüm. Kim ya da kimler yazarı bu kitabı yazması için teşvik etmiş, yol göstermiş ya da ilham kaynağı olmuştur diye. Veya yazar suçluluk duygusu içerisinde kimin vaktinden çalıp da hangi kişiyi takdirle öne çıkarıp biraz da olsa vicdanını arındırmak istemiştir diye bakarım isimlere. Bu kitapta maalesef böyle bir isim yok. Romanı bitirince anladım ki roman İnci’nin romanı… Kendi kendime sordum, romanın yazarına ikinci baharını yaşatan bu kadın kimdi acaba? İnci aslında hepimizin içinde olan bir dürtü ya da dürtünün örtülü, saklı olduğu bir yasak ya da günahı temsil ediyor. Ama mutlaka hepimizin içinde var, sadece keşfedilmeyi bekliyor.

Roman orta yaş krizinden geçen yazarlık denemeleri yapan bir erkeği ve uğruna uzun yıllar sebebini bile bilmeden yürüttüğü tek çocuklu evli hayatını terk ettiği aşkını anlatıyor. Aslında aşkı ve aşık olmayı anlatıyor ve yer yer okuyucuya “Acaba biz böyle bir aşkı yaşadık mı veya hala yaşayabilir miyiz?” sorusunu düşündürüyor. Bunu yaşama fırsatını yaratabilir miyiz hatta bu hakkı kendimizde görebilir miyiz diye de üsteliyor. Romandaki Yahudi yazar adayı insanları sınıflara ayırmayı da ihmal etmiyor. Gidenler, gitmeyi göze alanlar ve oldukları yerde kalan insanlar diye bahsediyor bizlerden ve sizlerden. “Olduğu yerde kalmanın da bir bedeli var elbet” diyor ve okuyucuya soruyor “sizce kim kendini daha çok yaşar?”

Yazar adayı Yahudilik ile ilgili pek fazla konuya değinmese de dedesi ölüm döşeğinde iken ruhunun huzura kavuşması ve her Yahudinin söylemesi gereken son duayı onun için eklemeyi unutmuyor. “Baruh Ata Adonay…………”

Mario Levi yine altı yüz sayfayı aşan romanında bu sefer farklı bir uslup seçiyor; daha akıcı ve kolay okunabilir bir uslup.

Şu sıralar benim de geçmekte olduğum özel bir ruhsal döneme az da olsa ışık tutuyor ve bir yol gösteriyor. Şayet siz de cuma akşamları mutlu olup pazar akşamları pazartesi sendromuna yakalananlardan iseniz mutlaka bu romanı okuyun. Ben halen sevdiğim işimi yapayım yoksa yaptığım işimi seveyim sorusuna cevap arayanlardanım.

Roman hepimizin derinlerde sakladığı, çoğumuzun yüzleşip de kaçmayı tercih ettiği, bazılarınınsa hiçbir zaman karşılaşmayacağı iç yüzleşmelere de yer veriyor.

Hayallerimize ulaşmak kendi elimizde mi hakikatten? Bu hayallere kavuşmak için ödememiz gereken bedel nedir? Ne zaman ve kaç kere bu bedeli ödemeliyiz? Yoksa hayalleri rafa kaldırıp her gün yaşanan hayatımızın bir gün kendiliğinden değişmesini ummak da başka bir hayal midir aslında veya kader midir? Bu hayalleri rafa kaldırmanın veya inkar etmenin bedeli her gün oynadığımızı zannettiğimiz ezbere bildiğimiz rollerde mi gizleniyor acaba?

Yazar adayı “hayat ertelemeye gelmez” diyor (ve ben de katılıyorum), çünkü “hayat geri kalanları bazen hiç affetmiyor” diye de diretiyor.

Mario Levi kendi iç dünyasının sorgulamasını ve belki de kendi hayatından gelen bazı paralellikleri romanda adı bilinmeyen yazarda yaşatıyor. Bunlar aslında çoğumuzun kafasında olan fakat çoğu zaman konuşmadığımız sorular ve yazarın bulduğu cevaplar ya da attığı cesur adımlar ile ilgili. Kendiniz ile yüzleşmeye hazırsanız buyrun okuyun, yok değilseniz “siz o sahneyi hep aynasız bilmek ve sevmek istiyorsanız”, varın olduğunuz yerde kalın başka hikayeler okuyun veya renkli resimli mecmualara bakın, süslü ve neşeli gözüken insanların olduğu kalabalıklara katılın. Ne de olsa neşe bulaşıcıdır. Belki siz de neşelenirsiniz.

“Hakikatten iç sesini duymayanınız var mıdır acaba ? Ya yalnız kaldığınız zamanlarda yine mi duymamazlıktan gelirsiniz? Kalabalıktan hoşlanan ve fazlasıyla sosyal olan insanlar aslında yalnız kalmaktan en çok korkan insanlar değil midir?” diye soruyor yazar adayı romanında. Ve tabii ben de sizlere soruyorum.

Bazı anlar gelir çatar ve bazı olayların içinde aniden kendimizi buluruz, o an ne yapacağımızı bilemeyiz… Bu gibi durumlar için yazar adayı “hayalleri, hataları ve yenilgileri olmayan insanın bu hayatı gereğince yaşamadığını düşünüyorum” diyor. Ya siz ne diyorsunuz?

Korkularımızla ancak yüzleştiğimiz zaman o korkulardan kurtulabiliriz. Ancak o zaman bir adım ileri atıp hayata devam edebiliriz ama “hayatı sıfırlamak ve yeniden, bir daha başlamak, en azından başladığını hissetmek” de bir yaşam tercihi. Sizinkisi hangisi?

Hayata nasıl bakıyorsunuz hiç düşündünüz mü? Siz düzenli akan bir trafikte giden araba mısınız yoksa trafiği alt üst eden, gerekli gereksiz sollamalar yapıp etrafını tehdit eden maceracı bir araba mı? Yoksa park halinde bekleyen ya da beklemeyi tercih eden bir araba mı? Dahası siz hiç lunaparka gittiniz mi? Lunaparka gidip de çarpışan arabalara bindiniz mi? Binince diğer arabalara çarpma dürtüsünde olanlardan mısınız yoksa tüm sürenizi bütün arabalara çarpmamaya özen göstererek bitirenlerden misiniz?

Hayatımız tercihlerden ibarettir… Yaptığımız, yapmak istediklerimiz ve yapamadığımız veya yapmadığımız tercihlerden…..

Bu roman, bu “Lunapark Kapandı” romanının kapanacağı yok, çünkü henüz üçüncü haftasında üçüncü baskısı tükenmiş durumda. Okumak için acele edin lütfen.

Eddi Anter
24.03.2005
2017-09-21T23:09:18+00:00 Yazar: |