Bugün İstanbul’da yaşayan gayri müslimlerin sayısı yüz yıl öncesine kıyaslandığında çok daha az. Beş yüzyıldır topraklarında Yahudileri barındıran ülkeyiz. Yüzyıl önce İstanbul’da Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerle birlikte nasıl güzel bir uyum içerisinde yaşandığını, nasıl doğal afetlerin beraberce göğüslendiğini ve ne savaşların verildiğini öğrenmek ister miydiniz? Brigitte Peskine tarafından yazılan bu romanın öncelikle adını “İstanbul’dan Dağılan Bir Yahudi Ailesine” olarak değiştirip söze başlamak istiyorum. Yazar 1898 yılında İstanbul’da Hasköy’de doğan Rebecca Gatenyo’nun hayat hikayesini, babasının ilk evliliğinden olan üç, kendi annesinden olan dört çocukla beraber fırtınalar, savaşlar, inişler ve çıkışlarla dolu olan hikayesini anlatıyor. Rebecca’nın ağzından soyu İspanya’dan gelen dönemin tipik bir Yahudi ailesinin yaşadığı yüzyıl öncesinin önemli olaylarını, tüm Yahudi bayramlarını, hazırlık ve telaşları detaylıca anlatılıyor. Rebecca’nın yakın ilişkisi devrimci ve isyankar ruhlu ağabeyi Vitali ile.. Baba aile reisi olarak sevgisini göstermeyi gereksiz bulan biri. Zaten bir babanın Yahudi oluşu çocuğuna hayat hakkı tanımamasından belli olur diye yazar söylüyor. Balat’tan Ortaköy’e gidişlerinde atların çektiği tramvaydan ve içinde erkeklerle kadınları birbirinden ayıran perdenin olduğu bir zamanda geçiyor. Kızların ailede tüm hayatları boyunca sadece evlenecekleri zaman kıymetli olduğu, bir kez de zifaf gecesinde bakire çıktığında tekrardan kıymete bineceği bir dönem. Ama sabah dualarında tekrarlanan “Beni esir olarak yaratmayan ve kadın olarak yaratmayan Tanrı’ya şükür” duasını da hatırlatıyor. Kadın olmak her zaman zor işmiş!!. Yemek pişirmek neredeyse tüm günü alıyor ve ev kadınının mahareti ortaya çıkıyor. Kıtlık zamanı Şabat için yemek bulmak, kaşer kasap kapalı iken et bulmak gibi maharetler… Değişik yemekler ve tariflerini de ekliyor. Bir tabağın masadan mutfağa dolu dönmesi hakaret, boş dönmesi de ayıp sayılır diyor. İkram kuralı gereği bir şeyi yemek veya içmek önce reddedilmeli sonra kabul edilmeliydi… Evlerde yıkanmak için banyoların olmadığı, Yahudi, Ermeni, Rum ve Müslümanların belirli günlerde mahalle hamamlarına gittiği bir dönem. Hastalıklar ve açlığın kol gezdiği bir İstanbul’da hala kocakarı ilaçlarının sözü ediliyor, kem gözler için ateşte karanfil bile yakılıyor. Galata Köprüsü’nün tahtadan olduğu, Pera’ya gitmenin neredeyse seyahat sayıldığı bir İstanbul. Kızların okuması veya ilerlemesi söz konusu değil, okurlarsa miyop hatta kör bile olabilirler. Hem de buena familyadan (iyi aile) gelenlere uygun olmaz. Okumak ve öğretmen olmak isteyen Rebecca babası ile büyük savaş verirken, Vitali Edirne savaşına katılıyor. Uzun kavgalar sonucu Rebecca Notre Dame de Sion’a yazılıyor ve okulun bitmesi ile Paris’e gitmek istiyor. Vitali savaştan dönmüş fakat hayalleri, bakışı ve kendine güvenini orada bırakmıştı. Ardından Selanik’te çıkan yangın ve tüm Yahudi ailelerin iflası…. Orduya girmemek için Ermenilerin Amerika’ya gittiği, ablası ölünce Sefaradlık gereği eniştesi ile evlenmek zorunda kalan ama birbirlerine hiç dokunmayan Rebecca ve hayallerini askıya almak zorunda kaldığı bir zaman. Hafta sonu için gittiği Prinkipo’da (Büyükada) yakışıklı bir Rus ile tanışıp ilk aşkını yaşaması ve kısa bir süre sonra kocası ve ablasından olan üç çocukla Paris’de yaşamaya gitmesi anlatılıyor.. Oraya adapte olmak ve orada Yahudi olmak hiç de kolay değil ilk başlarda ama üstesinden geliyorlar. “Halkının dışında kalan Yahudi sonsuz yalnızlığa mahkumdur” diye de yazar ekliyor. Yeğenlerine iyi birer hayat sağlamak için yerel gazetelerde para karşılığı yazı yazmaya başlıyor. Bohem hayatı yaşayan başka bir yeğen hamile kalınca Vitali onunla evlenmeyi ve beraberce Venezuela’ya gitmeye karar veriyor. Tüm olayların akışı ve sürprizlerden sonra Rebecca kendini Karakas’ta buluyor. Yaşı henüz otuzlarında olan roman kahramanının halen yeni bir hayat kurmak için zamanı var mı acaba? Veya “Mujer sin kreaturas es un arvole sin frutas” (çocuksuz kadın meyvesiz ağaç gibidir) doğru mu? Okuyunca anlayacaksınız.. Yahudilerin çoğu belli yerlerden gelmiş fakat dünyanın değişik yerlerine dağılmıştır. Tıpkı romandaki gibi, yoksa İstanbul’da başlayan bir hayatın Karakas’ta devam etmesini başka nasıl açıklayabilirsiniz? O dönemde “Avrupa’ya kapağı atan Osmanlı Yahudileri Hasköy’deki Yahudi mahallesini, Edirne’nin tozunu, İzmir’in bağlarını unutmak ister gibiydi. İmparatorlukta geçen dörtyüz yıl tarihin bir kazası, önemsiz bir ayrıntısı gibiydi” diyor yazar. Okuyun bakalım hak verecek misiniz? |
Eddi Anter 06.04.2005 |