An yaşanır ama resmi çekilebilir mi?

Hepimiz hayatımızın belli bir döneminde elimizde fotoğraf makinesi ile resim çekme sevdasına kapılmışızdır. Kim bilir neden? O anı yaşamak yerine o anı görüntülemeyi tercih etmişizdir ve büyük bir ihtimalle anı kaçırmışızdır. 

Fotoğraf albümlerine baktığınızda içinde kendinizin olduğu resimlere mi daha çok önem verip bakarsınız yoksa hangi olayın resmedildiğini hatırlayıp kendinizi o resmin içine kısa bir an için bile olsa koyup zaman tünelinde mi gezersiniz? Ya başkalarının albümlerine bakmak size aynı şekilde ilginç gelir mi? Kendinizi arar mısınız? Gösteren kişinin heyecanını paylaşmak mümkün müdür?

Gezilen görülen ülkeler, şehirler, turistik mekânlar, lokantalar veya sokak insanları sizin ne kadar ilginizi çeker? Orada daha önce bulunmuş olmanız veya olmamanız bakışınızı etkiler mi?

Fotoğrafı ne için çekiyoruz? Bu sorunun cevabı herkes için farklı olacaktır muhakkak. Tanımadığımız kişilerin çektiği resimlere bakmak nasıl bir keyiftir acaba? Yıllar önce gördüğüm bir filmde metro istasyonunda acele vesikalık çeken bir makine bulunuyordu. Resmini çektirip de beğenmeyenlerin attığı bir kutu vardı. Burada ki tüm resimleri toplayıp kendine bir albüm yapan adamı gösteriyordu. Düşünmeden edemedim. Fakat albümlerin dışına çıkan fotoğraflar sanat galerilerini ve müze duvarlarını süslemeye başladığında “Bu nasıl bir sanat” diye düşünüyor insan. Hele hele satış amacı ile koleksiyonlara girmesi veya ev duvarlarına asılması daha da önemli ve güncel bir konu aslında.

Tanımadığım bir insanın resmini duvarıma asar mıyım? Ya gitmediğim bir şehrin bulunmadığım bir yerinin resmini ne yaparım? Sergi gezdiğimde ne hissedeceğimi ise bilirim. Fotoğrafçı çekim yapmış olduğu kareleri duvarlara koyduğunda beni içine alıyor mu? Beni oradaymışım gibi hissettiriyor mu? Benim için çok önemli. Onun dışında fotoğrafların renkli veya siyah beyaz olmasının bir farkı yok.

Pera Müzesinde Henri Cartier-Bresson’un sergisini gezdiğimde de beni aldı götürdü kendi gittiği yerlere. 1908 Fransa doğumlu bu fotoğrafçı önce klasik pentür resmine merak sarsa da hemen akabinde 1931 yılında Leica makinesi ile Avrupa’yı keşfe çıkar ve 1933 yılında New York’ta ilk sergisini açar.

1944 yılında “Dönüş” adlı bir dokümanter film de hazırlayan sanatçı savaş zamanı Almanların elinden kaçmayı başarmıştır. Askerlik eğitimi alanlar iyi bilir tüfeği doğrulturken  “atış yapacakken gez göz ve arpacık tek sıraya gelmelidir”. Cartier-Bresson ise fotoğraf çekme sanatı için “kafa, göz ve kalbin aynı görüş mesafesinde olduğu an” olarak değerlendiriyor.

Avrupa ve Amerika’da son yıllarda popülaritesi artmakta olan fotoğraf sanatı ve sergileri İstanbul’da da var. Ama ilginin çok olduğu söylenemez.  Vakit darlığı mıdır bilemem ama bu keyfin bedeli yok. Sergi gezmek bedava.

Ayrı bir fotoğraf sergisi de MAC Gallery Nişantaşı’nda yeni açıldı.  Çerkes Karadağ’ın çoğunluğu “ nü” olan fotoğraflarını da görmek mümkün. Nülerin olması belki daha cazip kılar. Vakti olan İstanbul Modern’de sürekli sergi salonunda İzzet Keribar ve Ara Güler’in de işlerini keyifle seyredebilirler. En azından Türk fotoğrafçılığının da Fransa’dan geri kalmadığını görmek için.

Eddi Anter
22.02.2006
2017-09-21T23:09:00+00:00 Yazar: |